17 Eylül 2015 Perşembe

0

Lavantaya Sarılı Anılar

 
İnstagram:SerkanAkyol
Bizim Selimiye, egenin en güzel köyüdür. Ağrılarıma rağmen uçakla değil otobüsle yolculuk etmek istedim, aheste aheste. Belki de yaşamımın sondan bir önceki yolculuğu olacaktı. Zaten hep yorgun hissettiğimden yol kötü gelmedi. Sevdim bile, keşke daha fazla deneyebilseydim. Şimdilerde hep bir eksik yaşamışlık hissi zaten, bir türlü geçmiyor. Ağır çam kokusu var ve bunu size anlatamam, bu kokuya kavuşmayı, ansızın ciğerleri doldurduğu o hissi kimse anlatamaz. Bu koku yedi-sekiz yaşlarında durmadan koşan beni hayal ettiriyor. Öyle tabanlarım yanana dek koşardım ki, durabildiğimde çam kokusunu da boğazımda hissederdim. Köy meydanına girdim, tanıdık hiçbir yüz görmüyorum. Çiğ balık kokusu midemi bulandırıyor, yine de gidip balıklara tek tek sarılıp öpmek istiyorum ''Hoş buldum'' . Yollara büyük, beyaz doğal taşlar döşenmiş. Enerji doluyorsun, huzur. Kimlerin ne umutla geldiğini,neleri bırakıp gittiğini düşündüm eve varana dek. Bir dolu senaryo çizdim işte. Bunu İstanbulda da yapardım. Kendime gelişi güzel bir daire seçip, sadece perdeyi baz alarak içinde neler yaşandığını tahmin etmeye çalışırdım. Doğup büyüdüğüm evin önündeydim. Odunluktaki fırından duman çıkıyor dışarı mis gibi peynirli gözleme kokusu yayılıyordu. Yanında kesin ayran vardır. Ablam ve annem yalnız yaşıyorlar. Ablam geleceğimi biliyor, anneme sabah söylemiş. Odunluğa girmeden eve girdim. Eşyalarımı bırakırken, etrafı kolaçan ettim. Değişmiş. Evin duvarları beyaz; kapılar, camlar ve demirler cam göbeği boyanmış. Nasıl insanın içini açıyor, anlatamam. Ağır sabun kokusu, her şeyi unutturur cinsten. Sabun kokusu kötü anıları temizliyor. Elimi yüzümü yıkıyorum, havluyu (annem peşkir der) yüzüme götürüyorum, donakalıyorum öylece. Az önce unuttuğum her şey belleğime bir bir geri yükleniyor. Babam, bitmeyen öfkesi, çocukluğum, genç kızlığım, kavgalar. İyi ki öldü, ben de yakında öleceğim, belki bana da iyi ki derler ama o hakikaten iyi ki öldü.


  Babamın beni 19 yaşında zorla evlendirmeye çalışmasıyla terk etmiştim Selimiyeyi. Annemle de aram hiçbir zaman çok iyi olamadı. Babam mı alıştırdı onu bu duruma bilmiyorum ama ben ve ablamla da sürekli didişirdi. Ablam hiç evlenmedi. Kaçar kaçmaz önce İzmir'e teyzemin yanına gittim, oradan da kaçmaların en çekici adresi İstanbul'da aldım soluğu. Ayak basar basmaz büyülendim, başkaydı İstanbul. Belli ki beni çok hırpalayacak ama müthiş bir zevkte verecekti. Teyzemin oğlunun çalıştığı sendikada hemen işe başladım . Sendikanın misafirhanesinde kaldım bir süre. Sonra bir evim oldu. Annem gibi lavanta ve siklamenleri sevdim. İlk eşyam da bir dolu saksı çiçeği oldu. İstanbul'da çok güzel bir hayatım oldu, şükür. Sendikada çalışırken Hukuk Fakültesini kazandım. Okulum bitince bir sürü dernek ve sendikanın avukatlığını yaptım. Derken Leventle tanıştık. Doktordu. Kanserle Mücadele Vakfında bir toplantı sırasında tanıştık. Özel bir adamdı. Benim gibi vakıftı, sendikaydı çırpınıp duruyordu. Sevmişti beni. Öyle süslü bir hikayemiz yoktu. Dümdüz bir adamdı. Ben de sevdim o saf, temiz, çocuksu, insan yanlarını. Kısa zamanda sade bir törenle evlendik. Canına yoldaş, yoluna eş oldum. Tanıdıkça daha çok bağlandık. Beş sene hayat arkadaşım oldu, erken terketti dünyayı. Elini yüreğime koyarak hep  ''Erken yaşta ölmek değil, senin bu serçe gibi çırpınan yüreğini yine bir başına bırakmak korkutuyor beni, küçük'' derdi beni göğsüne bastırıp. Şimdi eşimin boğuşarak öldüğü hastalık, beni teslim almıştı. Başlarda karşı koymak istememiştim evet, beni de organellerime kadar yiyip bitirsin demiştim ama şimdilerde göçüp gitme isteğim yok. Levent kadar güçlü değildim, o sonsuz uykusuna dalarken sanki daha öncede ölmüşcesine, hiç zorlanmamıştı. Her şeyi bilirdi o. Ben yine tüm şikayetçi halimle, Tanrıya da  ''Bu nasıl can almak? Az daha afilli bir Azrail gönderemedin değil mi ?'' diye söylenip duracaktım. İyi ki bunayarak ölmeyeceğim.

 Odunluğa girdiğimde annem alabildiğine sarkıttığı yüzü ve ışıl ışıl gülen gözleriyle beni süzdü. Kalkamadı, ablam koştu geldi. Sarıldık, ağlaştık. Elimden tuttu, annemin yanına varana kadar adımlarımı saydım. Gözlerimizi bir an olsun birbirinden ayırmadık. Dizlerimin üzerine çöktüm. Yüzümü ellerinin arasına aldı. Memnun değildi halimden, kaşlarını o kadar çattı ki gözleri görünmedi. Küçücük demek istercesine '' Bu ne tabak gibi yüz, deli kız'' dedi. Sarıldık, ağladım, o ağlamadı, ağlamazdı. Belki bir başına. Zaten yüzüme bakıp bakıp ağlayacak birileri olsa, buraya gelemezdim. Gücümü annemden almıştım. Başımı dizine dayadım. Kaldık öylece. Sonra bir kaç saat deliksiz uyumuşum. Levent'in ölümünden beri böyle huzurlu uyumadığımı hatırladım. Yataktan odayı izledim. Halılar haricinde her şey neredeyse aynıydı. Beatles posterlerim duruyordu. Taraklarım, bez bebeklerim, işlemeli aynam. Kalkıp her birine dokundum. Gizli gizli sigara içtiğim pencerenin önünde geçmişime daldım. Hafif rüzgar tenimi okşadı. Aptal aptal gülümsüyordum. Ablam geldi, yemeğe çağırdı. Uzun holden, mutfağa ağır ağır süzüldüm. Yemeğimizi yedik, çayımızı içtik. Gece boyunca annem çocukluğumuzdan bahsetti. Mahallenin tüm erkeklerini dövmemden, ablama etek giydirmememden, keçi inadımdan. Gece en karanlık halini büründüğünde sıra hastalığımı konuşmaya gelmişti, sessizlik bu durumun apaçık yolcusuydu. Annem yattı. Ablamı daha fazla bekletmedim.

 -Sanki uzun yıllardır hastaymışım gibi, bekliyormuşum gibi garip bir şekilde karşıladım, kabul ettim, hemen alıştım kansere. Doktorlar Kemoterapinin ve ozon tedavisinin yanında, ilaçla bin türlü yeni çıkan yol denediler. Denettirdim. Hastane odasında geçti hep günlerim. Acılarımla ve ağrılarımla o kadar kafa buldum ki, bir kaç dergiye konu bile oldum, ardından röportajlar verdim. Öyle tutuldu ki, bir dergi de aylık yazmaya başladım. Ölümle atıştım, kanserle kucaklaştım. Ağrıları vücudumda gezen bir hayvana benzetiyordum. Sanki derimi kaldırarak her noktada geziyorlardı. Anne karnında tekme atan bir çift ayak gibi, o huysuz hayvanı gözümle görüyordum. Sürekli halsizdim ama ağrılarımın olmadığı günler kuş gibi hafiftim. En korktuğum iş, saçlarımın dökülmesiydi. O günü bekledim, dökülmedi. Gittim kazıttım. Dergideki konumum tavan yaparken bunu yerimi korumak için yaptığımı iddia edenler oldu. Ben sadece bulunduğum kabın şeklini almayı seviyordum. Kanser isem saç dökülmeliydi abiciğim, gittim kestim. Yakışmış değil mi Nönücüğüm? Beni dibe çekmeye çalışan öfkeli hastalığa tahtı teslim etmeliydim, gücümü bastırıyorlardı, dalga geçme olayım neredeyse aza inmişti. Savaştığım hastalığım durmayı, gerilemeyi bırak, iyiden iyiye ilerliyordu.  Hastalığa daha bitik, dramatik yaklaşmaya başladım. İyileşemiyordum, kötüye gidiyordu işte. Günlerce oturup Levente mektuplar yazıyordum, süreci anlatıyordum. Belki aynı şeyden de ölsek, bol da olsa günahlarımız, ayrı yerlere götüreceklerdi bizi. Belki gerçekten öteki dünya vardı ve bunca mektuba gerek kalmayacaktı. Öldükten sonra da aşık olmaya devam ettim Levent'e. 
Buraya gelmeye niyetlendikten sonra arkadaşlarım benim için kocamaan bir sofra hazırladılar. Veda sofrası. Gittim. Bembeyaz bir elbise giydim. Yüzümü solgun hatırlamamaları için boya sürdüm. Hasır sandalyeye oturdum. Benim için seçtikleri yere değil alelade bir yere, göz önünde olmak istemedim. Hediyeler almışlar bana, ne gerek vardı ki ? Kullanacak yerim olmayacaktı, saklayacak zamanım da. Güzel insanlar biriktirmiştim, çok güzel. Üzerimde anlamsız bir ilgi vardı, rahatsız edici türden. Gözümün içine bakarlarken ''Ah güzelim, zavallı kadıncağız'' der gibiydiler. Yine de mükemmel zaman geçirdik. Sonra yardım ettiler de oradaki tüm eşyalarımı ihtiyaç sahiplerine dağıttım. Ev senin olacak abla. Onu sat ve çok güzel zaman geçir. Geriye sadece anılar kalıyor, iyi anılar ve ben sırf bu yüzden, bana öleceğim için iyi davranmanızı istemiyorum, gerekirse kavga edelim, günlerimi saf huzurla ya da saf huzursuzlukla doldurmak istiyorum. Gözlerim tamamen kapandığımda mutlu öleceğim. Leventle sözleştik zaten. Beni bekliyor olacak. Bu gece beraber uyuyalım mı, ne dersin ?

  Yastığa kafamı koyduğumda, Nönü hala mutfakta bir şeyler yapıyordu. Etamin işi vardı yastığın yüzünde, üzerinde elimi gezdirdim, mor mor lavantalar işlenmişti. Hatırlayamadım. Hem yastık lavanta ve naftalin kokuyordu. Takıntılı bu kadın, diye içimden geçirdim. Bu güne dek kendime de itiraf edemedim ama annemin kızıydım.  Ufak pencereden yıldızları seçtim, yastığıma serpiştirdim. Şimdi ölmek isteyip istemediğimi bilmiyorum. İçimde korku, telaş, istek yok. Günümü dolduruyorum. Her şey istediğim gibi seyrediyor. Mektuplara devam. Annem günün çoğunda uyuyor, uyanık olduğunda bizle didişmeye devaam ediyor. Ablam arada şifalı otlar falan kaynatıyor, işe yarıyor gibi yapıyorum.Üzülmesin. Zaten ağrılara da bağışıklık kazandım. Tanrının bana ilk torpili. Belki güzeldir ölmekte, ölememek kötü.

Söz vermiştim, evet. Elime ilaç torbalarını almadan öleceğim demiştim.
Levent, seni ne olursa olsun arayıp bulacağım, demiştim.
Salttı yaşamım, öyle de bitiyordu.
Teşekkürler.

0 yorum :

Yorum Gönder